17 Ağustos 2007 Cuma

ODA 3205

Başından akan kan gözlerinin içine doluyordu. Yüzünden aşağıya doğru ince kızıl nehirler oluşturup çenesinin altında toplanıp açık bir denize kavuşan tatlı su zerrecikleri gibi boynundan aşağılara, beyaz göğüslerinin üzerinden, hafif çıkık karnına akıyor, yer çekiminin dayanılmaz çekiciliğiyle kadının pürüzlü deltasından bacaklarından aşağıya iniyor, tırnakları çekilmiş ayak parmaklarından yerden kesilmiş tabanlarına ulaşıyor ve hemen altındaki olukta birikiyordu.Nemden kabarmış ve yer yer sökülmüş duvar kâğıtlarıyla kaplıydı tüm oda. Yere kadar uzanan ince beyaz tüller hızla esen rüzgârın uğultusunda havada inatla dans ediyordu. Geniş ve uzun pencerelerin camlarının bir kısmı kırılmış bir kısmıysa tamamen sökülmüştü.Kırık camlardan sızan kum taneleri; bir hırsız gibi odanın döşemelerinde ses çıkarmadan ilerliyor; yere devrilmiş şarap kadehinden dökülen kırmızı iksirle birleşiyor ve saf kanına karışıyordu.Yerdeki ince oluk kadının asılı olduğu yerin hemen karşısındaki karanlık bir odaya acılan kirişleri kırılmış yarısı açık bir kapıya doğru ilerliyordu. Derinliği sürekli artan yenilenen bir kara deliğe benziyordu oda. İçeriden tiz iniltiler geliyordu.

Acı hissetmiyordu. Sadece tatlı bir ürperti ve hoş bir serinlik kaplamıştı tüm vücudunu. Ve yüzünde huzur dolu eşsiz bir gülümseme sanki başka bir dudaktan zorla koparılıp yapıştırılmış gibi parlıyordu.Duyum eşiğini çoktan geçmiş ışık hızını asan foton taneciği gibi sonsuz bir boşluğun içinde kaybolmuştu. Şimdi zamansız bir ışık denizinde sırt üstü yüzüyordu. Nefes alıp verdiğinin farkında değildi. Tüm insani özelliklerini kaybetmiş ve aslında onu o yapan gerçek benliğiyle yüzleşiyordu şimdi. Ön yargılarından, korkunç bir veba gibi bedenini saran düşüncelerinden kurtulmuştu.

Günler boyu süren işkencelerin izleri tüm vücudunu duvara tırmanan zehirli sarmaşıklar gibi sarmıştı. Kollarında ve yüzündeki iltihap dolu yaralar tamamen sararmış vücudundan günlerdir yavaşça, sakince çekilen kan artık en büyük düşmanı olmuştu.Soluğu dudaklarından bir kurşun gibi hızla çıkıyordu. Bu ahşap kokusu onu kollarından tutup geçmişe götürüyordu.

4 yıl kadar öncesindeydi.Hayatının en uzun 4,5 saatinde... Ahşap kokan o büyük salondaki en rahatsız koltukta geçirilen tam 4,5 saat! Koltuğa ilk oturduğunda önce etrafı incelemeye koyulmuş yılların verdiği bir alışkanlıkla odanın döşenme tarzından karakter analizlerine girişmiş, bir zaman sonra en sevdiği şarkıyı beceriksiz bir ıslıkla çalmaya çalışmış, yaklaşık 45 dakika hiç bir şey düşünmeden başını sağ yanına doğru eğmiş ve tıpkı şu an bulunduğu odadakine benzeyen perdelerin kapladığı büyük ve geniş pencerelerden görünen kızıl çamların üzerine yuva yapmaya çalışan dişi sakayı seyretmişti. Sonra ayağa kalkmış, uyuşan dizlerinin açılması için geniş odanın etrafında bir kaç tur atmış, konsolun üzerindeki antika heykelcikleri incelemişti.Kurul başkanı aynı zamanda deniz tutkunuydu. Ağır klasik ceviz kaplama bir büfenin içi gemi maketleri ve gemici düğümleriyle doluydu. Ayrıca bir kaç batıktan çalındığı belli olan, üzerleri tuzlu su yüzünden delik deşik olmuş metal parçaları vitrinin arkasında duruyordu. O anı hatırladı. Daha dün gibiydi sanki. Sonunun ne olacağını farketmişti bir anda. Saçmasapan hobileri olan, tüm öğrencilerin korktuğu ve tiksindiği, içi hobi artıklarıyla dolu ceviz bir vitrin! İnsanlar için bir sürü enteresan hikayesi olan ama artık kendisini asla şaşırtmayan sıradan bir deli doktoru. Korozyona uğramış dahi beyin! Ne büyük hazine, ne büyük başarıydı bu! Kurul üyelerinin hemen hepsi 65 yaşlarındaydı. En fazla 20 sene sonra hiç biri yerinde olmayacaktı. Bir kısmı toprağın dibinde, derinlerde; bir diğer kısmı ise hiçbir işe yaramayan alzheimer ilaçları yüzünden kuruyan dudaklarıyla, 35 sene önce ölen eşlerini arayan zavallılar olacaktı ve boşalan kadrolar her zaman doldurulacaktı. Acıyla farketti aniden. Tüm bu ıvır zıvırı ve nemli ahşap kokan bu odayı aslında devralmak üzere buradaydı. İçinde beliren kaçma hissini düşündü. Bir an önce geleceğinden kurtulmak; olmak istediği kişiyi yoketme isteğini.

Toplantı bittiğinde büyük salondan dışarıya çıkan yüzü gözü olmayan yaşlılıktan ve zayıflıktan ayakta duramayan 8 kişi belirdi kapının önünde. Daha sonra salondan dışarıya doğru çıldırmış gibi uçan dişi sakayı farketti.Bu ağzı olmayan ucubelerden biri konuştu:‘‘Tebrikler.’’Sağ elinin serçe parmağını yere paralel duracak şekilde öne doğru uzattı. Yerinde hiç kıpırdamadan duruyor; kabusun tamamlanmasını bekliyordu sanki.Saka yavaşça uçarak adamın parmağının üzerine kondu.‘‘Artık burası senin evin!’’O anda ağzının yerinde duran boşukta küçük bir kurtçuk belirdi. Saka kurtçuğu hünerle yakaladı ve kızıl camların üzerindeki yuvasına doğru hızla uçtu.Artık burası ‘onun’ eviydi.

Kabus bitmiş, gerçeğe geri dönmüştü şimdi. Rüyasından da korkunç olan gerçeğe... Günden güne eriyen bedenine... Zayıflıktan incelmiş, şeffaflaşmış derisine...Nem yüzünden yeşermiş tavandan sarkan çırıl çıplak vücudu dalından kopmak üzere olan sararmış bir sonbahar yaprağı gibi ellerinin bağlı olduğu zincirlerin tıkırtısı altında belli bir ritmle sallanıyordu. Ufalanan alçılar, tavandan saçlarına dökülüyor; sonbahar yapraklarının üzerine yağan erken bir kar gibi başını beyaza boyuyordu. Yahudi bir esirden farksızdı artık. Tüm günahların bedelini en ağır şekilde ödüyordu. İblisler cehennemde onu beklemekten sıkılmış olacaklarki 4 gün için kapılarını açıp yeryüzüne inmişler onun için yapabildiklerinin en iyisini düşünmüşlerdi.

Tekrar hissetmeye basladı.Paslı mermiler retinasını sırtından vuruyordu. Arkalarına dönmelerine bile fırsat vermeden.Emin olduğu tek bir şey vardı: artık kabuslar bitiyordu. Acı çekmeyecekti. Ödenmesi gereken tüm bedeller odenecekti.Büyük ve geniş salonun kapısı gıcırtıyla açıldı. Elinde parlayan sivri uçlu metal bir parça gözlerinin dehşetle yerinden fırlamasına sebep oldu.Diğer elinde duran iki küçük kağıt parçası. Geçmişe açılan şifresi her dakika değişen bir kilidin anahtarları.Sarmal dönmeye devam edecekti. Aynı yollar daha da kısalacak kısalacak ama asla bir yere varmayacaktı.

İki küçük kağıt parçası...
Üzerlerinde kendi düzgün el yazısı...
Bir kör neşter...

Şimdilik hepsi bu kadardı.Oysa uyanmasına yetmişti bunlar.Saçlarını başıyla geriye doğru atmaya calıştı. Korku ve kan dolu gözlerini açabildiği kadar açarak; başına gelmek üzere olan felaketi tüm çıplaklığıyla görmek istiyordu. Sinirleri yeniden uyanmışlardı. Bu kadar güçlü olmak zorunda mıydı? Hayatı boyunca gurur duyduğu bu şeyden kurtulmuş olmak için her seyini verebilirdi. Güç hissetmesini sağlıyordu. Güç onu bu hayata işte şu ellerindeki zincirler gibi zorla bağlıyordu. Ölmesine izin vermiyordu.Sallandıkça bileklerini tavana bağlayan zincir tıpkı çocuk parkındaki salıncaklardan gelen seslere benzer sesler çıkarıyordu.

Burnuna sadece dağ çayırlarına yağan yağmurdan sonra duyabileceğiniz o koku geldi ve yapıştı. Kızıl camların kokusu...Yüzüne yayılan ışığı hissetti önce.Hayatındaki en korkunç yüzü gördü sonra... Tanıdık bir yüzü...Bütün gücünü toplamaya çalıştı ve olanca kuvvetiyle tükürdü. Ağzından çıkan yoğun kan dolu sıvı parlak aynaya yapıştı.Bir çiçek kadar temiz kokuyordu.Sivri uç üzerinde dolaştığı dudaklarını hafıfçe yardı. Ağzının içi kendi kanıyla doldu. Çığlık atacak gücü yoktu. Sadece derin ve hırıltılı soluklar çıkarabiliyordu. Soğuk çelik tekrar göğüslerine indi yavaşça geçtiği beyaz teninin üzerinde derin, kan dolu vadiler açarak ilerledi.Kör bir neşter göğüs uçlarını parçalayarak kesiyordu.Güçlükle gülümsedi. Ona acı verebilecek hiç birşeyi kalmamıştı.
Özgürdü.

-son-

Hiç yorum yok: